Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Oğuzhan Aydın Hoca ‘‘Ahmet Yesevî’yi’’ anlattı

Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Türk Halk Edebiyatı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve Hemşerimiz Doç. Dr. Oğuzhan Aydın, Türk milletinin büyük oğullarından biri olan Hoca Ahmet Yesevî Hazretlerinin İslam dini başta olmak üzere Türklük ve Türk dili için yaptığı hizmetinin önemine değinerek “Peygamber Efendimizin Mekke’den yaymış olduğu İslam ışığına bir ayna tutarak Anadolu’ya yansıtmış ve bu ayna Erzincan’da Terzi Baba, Piri Sami, Muhammed Beşir, Dede Paşa ve Abdurrahim Reyhanlar olarak tezahür etmiştir dedi.

Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan

İbrahim Gürler

Genç yaşına rağmen Erzincan kamuoyunun yakından tanıyıp sevdiği Türkiye’nin bir çok ilinde ve aynı zamanda Türki Cumhuriyetleri’nde seminer ve konferanslar veren Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Oğuzhan Aydın, Hoca Ahmet Yesevî’yi kaleme alarak  “Peygamber Efendimizin Mekke’den yaymış olduğu İslam ışığına bir ayna tutarak Anadolu’ya yansıtmış ve bu ayna Erzurum’da Habib Baba; Erzincan’da Terzi Baba, Piri Sami, Muhammed Beşir, Dede Paşa ve Abdurrahim Reyhan; Bayburt’ta Ağlar Baba, Celalî Baba; Konya’da Mevlana, Sadrettin-i Konevî; Eskişehir’de Yunus Emre; Ankara’da Hacı Bayram Veli; Nevşehir’de Hacı Bektaşi Veli; Balkanlarda Sarı Saltuk, Gül Baba ve Demirci Babalar olarak tezahür etmiştir. Bugün Anadolu’da Balkanlarda Türklük varsa bu Hoca Ahmet Yesevi sayesindedir’’ dedi.

MİLLETLER BÜYÜK OĞULLARIYLA NEFES ALIRLAR

Doç. Dr. Oğuzhan Aydın, Türk dilinin en az 3500 yıllık geçmişe sahip olduğu tahmin edilmektedir. Bu kadar eski geçmişe sahip olup hâlâ da varlığını gelişerek devam ettirmesinde elbette Türk milletinin -Mete Kağan, Atilla, Kürşat gibi- büyük oğullarının önemi büyüktür. Yine, Türk dilinin bilinen ilk yazılı kaynağını teşkil eden Eski Türk Yazıtlarını taşlara kazıtan Bilge Tonyukuk ile Bilge Kağan; hikmetleriyle Türklüğün daha da canlanmasında ve İslam’ın yaygınlaşmasında büyük rolü olan Hoca Ahmet Yesevî Hazretleri; şiirleri vasıtasıyla Türkleri “..yek kalem ile tek alem” altında birleştiren Ali Şir Nevâî; Türkçe’yi hoşgörü, aşk ve insanlık üçgeninde  tüm incelikleriyle kullanarak Anadolu Türkçesinin milli bir edebiyat dili olarak gelişmesine büyük katkı sağlayan Yunus Emre; “Dilde, fikirde, işte birlik” şiarıyla nefes verip çıkarttığı Tercüman gazetesi aracılığıyla bu düşüncesini gerçekleştirmeye çalışan İsmail Gaspiralı; insanların“her gün insan kalabilme” çabası içinde olması gerektiğini eserleri aracılığıyla dile getiren, tüm Türk dünyasının bütün cihanda geçerli bir kartviziti niteliğini taşıyan ve kalemiyle dünyayı fetheden Cengiz Aytmatov…

 Bunlar, Türklüğün büyük oğullarından sadece birkaç tanesidir.  Bu yazıda, Türk milletinin büyük oğullarından biri olan Hoca Ahmet Yesevî Hazretlerinin İslam dini başta olmak üzere Türklük ve Türk dili için yaptığı hizmetinin önemine değineceğim.

Hoca Ahmet Yesevî Hazretlerinin kabrinin bulunduğu türbe. Türkistan şehri. Kazakistan. Hoca Ahmet Yesevî Hazretleri, günümüzde Kazakistan’ın Çimket iline bağlı Türkistan şehri dolaylarında bulunan Sayram’da dünyaya gelmiştir. “Babası Sayram’ın âbid ve âlim şahsiyetlerinden Şeyh İbrahim, annesi ise Karasaç lakaplı Ayşe Ana’dır. Soyları Hazret-i Ali’ye dayanmaktadır. Annesi ve babası, o daha çocuk yaşlarındayken vefat etmiş olup her ikisinin de türbeleri Sayram’da bulunmaktadır.” (Tatçı, 2017: 8)

Hoca Ahmet Yesevî Hazretlerinin ise “73 yıl yaşadığı, 1093 yılında doğup 1166 yılında vefat ettiği tahmin edilmektedir. (Bice, 2017: 23) Kabri, Emir Timur tarafından yaptırılan Yesi -Türkistan- şehrindeki türbesinde bulunmaktadır.

Hz. Muhammed Aleylisselam’ın verdiği hurma menkıbesine bağlanan altın silsilenin 3 B hattıyla devam eden kolunun fikir babası olup, yetiştirdiği 99 bin alperenini Anadolu’ya göndererek Anadolu’nun Türk yurdu olarak kalmasında, İslam’ın güçlenmesinde çok büyük misyonu üstlenen ve bu yönleriyle gerek İslam gerek Türk Kültür tarihinde çok büyük önem arz eden Hoca Ahmet Yesevî Hazretleri; hikmetleriyle olsun, yetiştirdiği 99 bin talebesiyle olsun Türk ve İslam dünyasının nefes almasını sağlamış, İsmail Gaspıralı’nın “Dilde, fikirde, işte birlik” düşüncesini hayata geçirmiş ilk Türk mutasavvıflarındandır. Bu konuda değerli bir bilim adamı Mustafa Tatçı’nın şu ifadeleri çok yerindedir:

TÜRKÇE BİR AŞK, İRFÂN VE MANÂ DİLİ OLARAK KARŞIMIZA ÇIKMAKTADIR

Yesevî Hazretlerinin İslam tasavvufu ve Türk Kültür tarihi açısından en önemli özelliği İslâm’ı her türlü sapkın düşüncelerden arınmış olarak tertemiz umdeleriyle ele alıp “Dört kapı-Kırk makam” diye adlandırdığı Kur’an ve Sünnete uygun temel prensipler üzerine vaaz’ etmiş olmasıdır. O, sohbet ve hikmetlerinde bu temel esasları ilk defa döneminin ve çevresinin anlayabileceği anadili Türkçe’yi esas alarak bir ilki gerçekleştirmiştir. Bu sebeple Yesevî, Türk Edebiyatı Tarihinde “İlk Türk Mutasavvıfı” olarak haklı bir şöhret kazanmıştır. Hiç şüphesiz bu ifade Yesevî Hazretlerinden önce bir Türk sûfisinin yetişmediği anlamına gelmeyecektir. Fakat Yesevî Hazretleriyle birlikte Türkçe bir aşk, irfân ve manâ dili olarak karşımıza çıkmaktadır. Hazret-i Türkistan mahallî Türkçeyi vahyin gücü ile tezyin ederek semavîleştiren ve anadilini bir “manâ dili” haline getiren ilk Türk mutasavvıfıdır. Diğer taraftan Pîr-i Türkistan, tesis ettiği ve kendi adına izâfe edilen Yesevîlik bünyesinde yetiştirdiği tevhîd ehli gerçek Hak dostlarını insanlığa İlâhî aşk, Muhammed (a.s.) sevgisi ile donatmak, vahdet ve adâlet bilincini yaymak, insanlığı ebedî saadetle tanıştırmak için ilâhî bir sevk ile Horasan’dan Anadoluya göndermiş ve İslâm’ı büyük bir coğrafyada tesis etmeyi başarmıştır. (Tatçı, 2017; 8-9)  Burada, onun, hikmetlerini Türkçe olarak dile getirmiş olmasının dilde, işte, fikirde birliğin sağlanması adına çok büyük bir önem arz ettiğini vurgulamakta fayda vardır. Ayrıca, dinî açıdan da çok önemli bir husus olduğu, altı çizilerek, belirtilmesi gerekir. Çünkü o hikmetleri Türkçe dile getirerek bir yandan “Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık, Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır.”  ayetinin gereğini yerine getirirken, diğer yandan da aynı ayetin gereğince kendi diline sahip çıkmakla birlikte bu dilin mensuplarına İslam dinini öğreterek, aynı zamanda da, Türkçenin mana dili olarak gelişmesine doğrudan hizmet etmiştir. Bu Ayet-i Kerimeye göre her ırkın kendi dili, kendi kültürü, kendine has yöresel kıyafetleri vb. vardır, ki bunların; Allah tarafından insanlara bahşedilen ve insanlar tarafından da sahip çıkılması gereken değerler olduğu anlaşılmaktadır. Yine bu ayetten anlaşıldığı üzre bu ayrıntıların üstünlük olarak değil, zenginlik olarak görülmesi gerektiği ve beşerin tüm bu ayrıntılı özellikleriyle birbirleriyle kucaklaşması gerektiği vurgulanmaktadır.

 

Hoca Ahmet Yesevî Hazretlerinin uygulamaları da işte bu ayetin gereğidir. O, bir yandan Allah’ın gönderdiği dinini telkin ederken, bir yandan da Allah’ın insanlara verdiği değerlerin başında gelen öz diline sahip çıkarak en büyük kulluk vazifelerinden birini yerine getirmiştir. Zira, bir insan bir işi, ancak kendisi olarak başarabilir, başkası olarak değil. İnsan, kendi benliğinin, millî kimliğinin farkında olduğu taktirde kendine verilen dil, din gibi değerlere sahip çıkmış olur. Bu bağlamda Yesevî Hazretleri kendini sorgulamakta, Allah’ın huzuruna çıkmadan önce bu dünyadaki vazifelerini eksiksiz yerine getirmesi gerektiğinde kanaati tamdır. Tevbe eyleyip Hakk’a yansam olur mu ki, Tevbesizken ölüp gitsem, neylerim ben işte? Pîr-i mugan beni yola koyar mı ki, Yola girmeden ölüp gitsem, neylerim ben işte?  (Yesevî,  2017: 295) dörtlüğüyle başlayan 146. hikmetinde görüldüğü üzre Hoca Ahmet Yesevî Hazretleri, kendini sorgulayarak, insanları düşündürmektedir. Allah’ın huzuruna çıkmadan önce nefsin terbiye edilmesi gerektiğine işaret ederek insanların amel defterlerinin hayattayken kendi yaşayış biçimine göre yazılacağına dikkat çekmektedir. Ancak bu hikmetinde üçüncü ya da ikinci şahıslara değil, birinci şahsa hitap etmektedir. Böylece, İslam’ın telkin ve tebliğ edilmesinde insanlara karşı “uygun öğretim dilini kullanmış, yanlışları başkaları üzerinden göstermemiş, kendine seslenerek öğüt ve nasihatta bulunmuştur.” (bkz.: Akbaba, 2017: 69)

Aynı tarzı; asırlar sonra, “Bir olalım, iri olalım, diri olalım”, “İlimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” diyen Hünkâr Hacı Bektaş Velî’nin “Her ne ararsan kendinde ara…” vecizesiyle (Mert, Ankara: 36) “İlim, ilim bilmekdür ilim kendin bilmekdür/ Sen kendüni bil bilmezsen yâ nice okumaktır” (Bal, 2009: 137) ya da “Bir ben var benden içeri” ibareleriyle Anadolu halkına seslenen Yunus Emre’nin şiirlerinde görmek mümkündür.

Mevlana’nın “Ne kadar bilirsen bil; söylediklerin karşısındakinin anlayabildiği kadardır”  (Apaydın, 2011: 33) sözünde olduğu gibi,  insanların irşadında yine muhatabı olan halkın diliyle, arı ve saf Türk diliyle, “yaşadıklarını da hikmetler adını verdiği söze dökerek, yüz yıllar sonra bizlere ulaştıran Hoca Ahmed Yesevî Hazretleri de “Mevlana ve diğer nice erenlerin saygı ile andıkları, Kars Halkının “Hasan-Hırka” olarak hatırladıklar, Ebul Hasan el-Harakani gibi Müslümanlık Dinini söze indirgemekten çok yaşamaya önem vermiştir.” (bkz.: Akbaba, 2017: 67) Akbaba (2017: 73)’te belirtildiği gibi, Hoca Ahmet Yesevî Hazretlerinin gerek yaşantısının gerek eserlerinin dayandığı asıl kaynak Kuran-ı Kerim ve sünnettir. Onun dini yaşantısının, dini günlük hayatta uygulayışının tüm Türk toplumunun İslamı yaşayış biçimini belirlediğini söyleyebiliriz. Elbette günümüzde de onun öğretilerinin izlerini gerek Anadolu gerek Balkanlar ve gerekse Türkistan topraklarında -Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan’da- görmek mümkündür. Mesela, misafire verilen önem, ağırlama konusunda “(…) ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendilerine tercih ederler. (Haşr süresi, 9. Ayet) ” ayeti gereğince davranılması konusu hâlâ geçerliliğini korumaktadır.

SİZ BİZİM MİSAFİRİMİZSİNİZ

Bu misafirperverliğe, misafire gösterilen adab-ı muaşerete; Atayurdumuza her gidişimde tanık oluyorum. Daha geçenlerde Özbekistan’ın başkenti Taşkent’te, İslam dünyasının önemli şehri olan Buhara-yı Şerif’te de yine bu sıcaklığı yaşadık. Taşkent’te kiraladığımız taksi şoförü bizim Türkiye’den geldiğimizi öğrenince daha önce gittiklerimizde olmayıp yeni inşa edilen veya açılan güzide mekanları, tarihi ziyaretgâh yerlerini gezdirip zamanında tren garına bıraktı. Memnuniyetimizi belirtmek için ücretini fazla vermek istedik ama o almadı. Bin bir ısrarımıza rağmen, “Bizim misafirimizsiniz ayrıca kardeşimizsiniz” diyerek ücret almayı reddetti. Tren ile Buhara-yı Şerif’e gittik. Orada da bir genç taksi şoförü ile anlaştık. O da Türkiye’den geldiğimizi öğrenince “Siz bizim misafirimizsiniz. Bizlerin ceddi birdir. Sizler ata topraklarına geldiniz.  Biz bir elmanın iki yarısıyız” diyerek evinde ağırlamak istediğini söyledi. Bizi herhangi bir otele götürmesini istedik. Ama bu genç taksi şoförü iyi bir otele götürdü. Ertesi gün otelden alıp gezdirdi, gezi sonrası evinde misafir edip tekrar otele bıraktı. Öbürsü günü de Semerkant’a gitmemiz için bir taksi buldu. Semerkant’a akşam yedide vardık. Orada da bizim bir öğrencimizin velisi Enver Bey karşıladı. Enver Bey’den İmam Buharî Hazretlerinin kabrine götürmesini istedik. O da saatin yedi olduğunu hatırlatarak kapalı olabileceğini söyledi. Ama biz kabir kapalı da olsa külliyenin dışından dua edip döneriz, dedik. Bizi götürdüğünde içinde kabrin bulunduğu külliye kapanmıştı. Külliyenin önünde ise iki tane asker -güvenlik- bekliyordu. Onlara, Türkiye’den geldiğimizi, İmam Buharî’nin kabrinin başına gitmeden dönersek gözümüzün arkada kalacağını, dolayısıyla da bizi oraya götürüp götüremeyeceklerini sorduk. Asker, “Ne demek, başımızın üstünde yeriniz var” dedi ve bizi alıp kabrin başına götürdü. Giderken önce abdest almak istedik. Hemen “taharathane”ye  götürdü. Abdestimizi alırken başımızda bekleyip el, yüz ve ayak havlusu uzattı bize.Abdest aldıktan sonra namaz vakti geçiyor, namazımızı eda etmemiz gerektiğini söyledik. Hemen camiyi açtırdılar. Ne istediysek hepsini eksiksiz yerine getiriyorlardı. Ancak, bizim isteklerimizi yerine getirirken biran önce kurtulalım niyetinde değillerdi ve hiç telaş etmiyorlardı. Aksine, yanımıza oturup bize, “Sakın acele etmeyin. Gönlünüz ne kadar kalmak istiyorsa o kadar kalın” diyordu. Girdiğimizde saat yedi idi çıktığımızda sekizi çeyrek geçiyordu. Tam bir saat boyunca bizim her isteğimizi yerine getirerek başımızda beklediler.

TÜRK GELENEĞİ İLE İSLAM ADABININ SENTEZİ

İmam Buharî Hazretlerinin kabrinin ziyaret ettikten sonra öğrencimizin velisinin evine gittik. Yemekler ardı ardına geliyor. Gece saat 12’yi bulduğunda yine bir yemek geldi. Artık çok doymuştuk. Ama onlar, “Siz misafirsiniz, bu yemekler sizin için şifa olur” dediler. Lavaboya gittiğimizde ise evin 22 yaşındaki genç delikanlısı asker gibi bizi bekliyordu. Bir eline testi almış elimize su döküyor, bir eline de havlu almış, bize uzatıyordu. Anadolumuzda artık unutulmaya yüz tutmuş bu ihtiram, Atayurdumuzda sadece Türkiye’den veya uzaktan gelen özel misafirler için değil yurdun genelinde, gelen kişinin kimliğine bakılmaksızın, herkese aynı şekilde uygulanmaktadır. Bu anlattığım anılarda görülen inceliğin, ihtiram ve ihtimamın; elbette ki Türk geleneği ile İslam adabının sentezinden başka bir şey olmadığını söyleyebiliriz.

TÖRE BİRİKİMİ ALLAH’IN TÜRKLERE VERDİĞİ BİR NİMETTİR

Çünkü İslam, binlerce yıl doğayla başbaşa yaşayan Gök Tanrı inancına sahip olan Türklerin, gerek dünya görüşüne gerek gelenek görenek ve örf adetlerine aykırı değildir. Bundan dolayı da Türk toplumunun İslam dinini yadırgamayarak kabul ettiğini belirten Akbaba (2017: 65), Hoca Ahmet Yesevî Hazretlerinin Türk gelenek, görenek, örf adet, yaşantısını, Türk töresini İslam öğretileri içinde sentezlediğini ve yeni nesillere bu sentezin nasıl uygulanacağını gösterdiğini dile getirmiştir. Türkler için İslami yaşayışı kolaylaştıran bu tarihi Töre birikimi Allah’ın(CC) daha önceden Türklere verdiği bir nimettir. Bu nimetin kıymeti; Buhara ve Semerkant’ı bilim merkezi haline getirenler, Ortaçağ’da dünyaya adalet getiren bir nizamın da var olduğunu insanlara gösterenler, kısacası gündelik yaşayışı ile herkesin memnun olduğu emin Müslümanlar tarafından bilindi…  (Akbaba, 2017: 65) “Miskîn, zayıf Hoca Ahmed yedi ceddine rahmet,/ Farsça dilini bilerek güzel söylemekte Türkçe’yi…”   diyerek halka özellikle Türkçeyle hitap eden, Türklerin özünden uzaklaşmadan dinlerini günlük hayatta yaşamaları gerektiğini kendi hayatında uygulamalı olarak gösteren, İslam dininin değerlerini Kurân-ı Kerim’in ışığında açıklayan Hoca Ahmet Yesevî Hazretleri; insanlara “Amel işlemeyip “zâhir” ilmini bilmeyip kalanlar,/ Arkasına yükler kırk eşeğin yükünü…”   diye seslenirken -zahir ve batın arasındaki farkı da dile getirerek- insanların sadece kitapları okumakla kalmayıp, eser verip yapıt ortaya koymaları gerektiğine vurgu yapmaktadır. Konuya ilgili olarak değerli Yesevî araştırmacısı Hayati Bice’nin çok isabetli şu söylemlerini burada anmadan geçemiyorum:“İlmiyle amil olmayan” zahir uleması konusunda bugün de geçerli olan ikazları olan Yesevî’nin sözlerinin neden ölümsüzleştirildiği sadece bu örnekten dahi anlaşılabilir. “Sırtında kırk eşeklik yük” kadar kitab ile gezmese bile, kütüphanesine “kırk eşek yükü tutacak” kitabları, cild cild dizmiş; ancak halkın derdine derman olacak “küçücük bir risale” bile yazmaktan aciz “akademik personel” bu hikmetten bir hisse alırlar mı acaba? Bir de “amil olma” konusu var ki o konuya hiç girmemek en iyisi!  (Bice, 2017: 40) Evet, Arapça ve Farsça eğitimi alsa da “hayatının sonuna kadar Türkistan’da ana dili ile halka hitap ederek; yazmış olduğu “hikmetler”iyle güzel ahlak, aşk ve barış dini olan İslâmı anlatаn” (Tatçı, 2017: 8) Hoca Ahmet Yesevî Hazretleri aksiyon bir kişiliğe sahip olarak “yetiştirmiş olduğu doksan dokuz bin talebesini Hind kıtasından İdil boylarına, Çin Seddinden Tuna kıyılarına kadar uzanan geniş bir coğrafyaya göndermiştir.

ERZİNCAN’DA TERZİ BABA, PİRİ SAMİ, MUHAMMED BEŞİR, DEDE PAŞA VE ABDURRAHİM REYHAN

Burada özellikle vurgulanması gereken husus ise belki bir çağın kapanıp yeni bir çağın açılmasına vesile olacak büyük Osmanlı devletinin manevi zemininin hazırlanmasında en büyük rolü üstlenmiş olmasıdır. Zira o, “Peygamber Efendimizin Mekke’den yaymış olduğu İslam ışığına bir ayna tutarak Anadolu’ya yansıtmış ve bu ayna Erzurum’da Habib Baba; Erzincan’da Terzi Baba, Piri Sami, Muhammed Beşir, Dede Paşa ve Abdurrahim Reyhan; Bayburt’ta Ağlar Baba, Celalî Baba; Konya’da Mevlana, Sadrettin-i Konevî; Eskişehir’de Yunus Emre; Ankara’da Hacı Bayram Veli; Nevşehir’de Hacı Bektaşi Veli; Balkanlarda Sarı Saltuk, Gül Baba ve Demirci Babalar olarak tezahür etmiştir. Bugün Anadolu’da Balkanlarda Türklük varsa bu Hoca Ahmet Yesevi sayesindedir” (bkz.: Yıldız, 2018). Ayrıca bu manevî mihmandarların; Anadolu ve Balkanların Asya Türklüğüyle bağlantısının kopmadan devam etmesine hizmet eden, 3B (Buhara-BursaBalkanlar) hattının tamamlanmasında ve bu hattın üzerinde İslam’ın sancağının dik kalmasında çok önemli rolleri olan birer tarihi şahsiyetler olduğu aşikârdır.

Evet, bu manevi mihmandarlar başta olmak üzere Hoca Ahmet Yesevî Hazretlerinin yetiştirdiği ve Buhara’dan aldıkları edeb, irfan ve hikmetle yola çıkan 99 bin alperen dervişler; dünya dengelerinin yeniden düzenlendiği orta asırlarda batıdan doğuya doğru gelen Haçlı saldırılarıyla doğudan batıya doğru ilerleyen Moğol istilasını durdurmuşlar, çeşitli entrikalar düzenleyen Bizans’ın oyunlarına da son vermişlerdir. Anadolu insanının, can ve mal güvenliğini temin ederek, yurduna, evine, huzur getirmekle birlikte 3B hattının tamamlanması için şehadet aşkıyla canlarını ortaya koyarak hizmet etmişler. Ayrıca bir yandan Balkanların Türk yurdu olarak kalmasını sağlayan bu alperen dervişler, bir yandan da üç kıtaya hükmedecek koca bir devletin kurulmasına zemin hazırlayarak çok önemli vazife görmüşlerdir.